Yok Olan Bir Millet ve Vatan!

Türkiye, son yıllarda artan göç dalgaları ve bu dalgaların getirdiği sosyal, ekonomik ve siyasal sonuçlar nedeniyle derin bir krizle karşı karşıya.

Göçmen akını, ülkenin demografik yapısını, güvenlik stratejilerini ve iç politikasını ciddi şekilde etkileyebilir. Özellikle Lübnan’daki Suriyeli mültecilerin kuzeye yönelmesi ve İran’da yaşayan 4 milyon Afgan’ın Türkiye’ye göç etme ihtimali, bu meseleleri daha da kritik hale getiriyor. Ancak bu göç hareketliliği yalnızca bölgesel çatışmalar ve insani krizlerin bir sonucu değil; aynı zamanda Türkiye’nin mevcut siyasal ikliminde bilinçli bir yönetim stratejisinin parçası olarak da değerlendirilmekte.

Lübnan’daki 1,5 milyon Suriyeli mültecinin hareketliliği ile birlikte, bu kişilerin Türkiye’nin güney sınırından geçme ihtimali gündemde. İran’da bulunan 4 milyon Afgan göçmenin, İsrail-İran arasında çıkabilecek bir çatışma sonrası Türkiye’ye yönelme tehlikesinin ciddi bir risk oluşturduğunu da görülmekte.

Yönetim Stratejisi ve Göç Politikası

Bu göç dalgalarının arkasında, yalnızca bölgesel istikrarsızlık değil, Türkiye’deki yönetimin uzun vadeli siyasal stratejisi de olduğu iddiaları tartışılmakta. Göçmenlerin ülkeye girişini kolaylaştıran ve sınırlardaki güvenliği zayıflatan politikaların, mevcut hükümetin bilinçli tercihleri olduğu öne sürülüyor. Siyasal iktidarın bu adımları, sosyolojik olarak Türkiye’nin demografik yapısını ve kültürel dokusunu dönüştürmeye yönelik bir araç olarak görülebilir. Siyasal bilimler perspektifinden bakıldığında, bu tür stratejilerin, kısa vadede bir “seçim yatırımı” ve uzun vadede de ülkenin yönetim yapısını kalıcı olarak yeniden şekillendirme çabasının bir parçası olduğu ifade edilebilir.

Zira, İran’daki Afgan göçmenlerin Türkiye’ye yönelme riski, sadece insani bir sorun değil; aynı zamanda Türkiye’nin sosyal dokusunda ciddi kırılmalara yol açabilecek potansiyele sahip bir güvenlik meselesidir. Psikolojik olarak toplumsal kaygı ve korkuları tetikleyen bu tür göç hareketleri, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirerek mevcut yönetimin iktidarını pekiştirecek bir iklim yaratabilir.

Sınır Güvenliği ve Yönetişim Krizi

Türkiye’nin doğu sınırındaki 50.000 mayının Avrupa Birliği desteğiyle temizlenmesi, sınır güvenliğini artırmak yerine tam tersine sınırın geçişler için daha elverişli hale gelmesine yol açtı. Bu durum, sosyolojik açıdan bir “yönetişim krizi” olarak değerlendirilebilir. İktidarın, hukuki çerçevede vatandaşların güvenliğini sağlama yükümlülüğü varken, mevcut politikaların bu yükümlülüğü yerine getirmekten ziyade, yönetimin gelecekteki varlığını sürdürmeyi amaçlayan stratejik hesaplar üzerine kurulu olduğu öne sürülüyor.

Toplumsal Dönüşüm ve İdeolojik Yönelim

Mevcut yönetimin, Türkiye’nin kurucu ideolojisi olan Atatürkçü çizgiden uzaklaşarak toplumu daha muhafazakâr ve geleneksel bir yapıya sürüklediği iddiaları da dikkate alınmalı. Hukuki olarak laiklik ilkesi anayasa ile korunurken, siyasal pratiklerde ve toplumsal düzenlemelerde bu ilkenin aşındırılmaya çalışıldığına dair pek çok eleştiri mevcut. Göç politikaları da bu ideolojik dönüşümün bir parçası olarak değerlendiriliyor. Siyasal iktidarın bu politikaları, hem ülkenin demografik yapısını değiştirmek hem de kendi siyasal varlığını aile şirketi gibi sürdürme çabasının bir uzantısı olarak yorumlanabilir.

Bir Millet Silinirken!

Bölgedeki sosyopolitik gelişmelerin tetiklediği göç dalgalarının, Türkiye’nin gelecekte karşı karşıya kalacağı riskler arasında en önde geldiği görülüyor. Bu nedenle sınır güvenliği ve göçmen politikalarının, kısa vadeli siyasal hesaplardan arındırılarak, hukuki ve insani bir çerçevede yeniden ele alınması gerekiyor. Aksi halde, hem sosyal yapıdaki kırılganlıklar hem de ekonomik ve güvenlik sorunları derinleşebilir. Bu bağlamda, bilimsel ve hukuki temeller üzerine oturan, toplumun uzun vadeli çıkarlarını gözeten politikalar geliştirilmesi elzemdir.