40,2605$% 0.13
46,7434€% 0.12
53,9764£% 0.26
4.321,42%0,57
10.219,48%-0,06
4784426฿%1.68037
Bu kriz, yalnızca bir güç boşluğundan doğmaz, aynı zamanda kolektif bilincin ve toplumsal meşruiyetin kırılmasına sebep olur. İslam tarihinde Ulu Muhammed’in (peygamber) vefatından sonra İslam’ın ilahi değerlerine ters düşen bireylerin İslam üzerinde söz sahibi olması, dinin siyasi ve sosyolojik bir manivelaya dönüştürülmesinin bariz örneğidir. Daha doğru bir ifadeyle ulu Muhammed’in inancının dinleşmeye başladığının göstergesi olmuştur. Benzer şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden 6 ay sonra izlenen politikalar, bağımsızlık ilkelerinden sapma teşkil etmiş, İsmet İnönü’nün önce eğitim sistemindeki “Emperyal” amaçlara hizmet ettiği aşikar olan içerik değişikliği, Kemalist Eğitimi Tarih Dersleri gibi kitapların uygulamadan kaldırılması ve sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ile kurduğu derin ilişkiler Türkiye’nin egemenlik statüsünü tartışmalı bir hale getirmiştir.
Bu bağlamda, tarihsel gelişmelerin ardındaki sosyolojik ve psikolojik dinamikler; hukuki, siyasal ve felsefi temellerle iç içe geçerek bir analiz çerçevesine oturtulmalıdır. Hem Ulu Muhammed’in vefatından sonra İslam toplumu üzerinde egemen olan zulüm, hem de Atatürk sonrası Türkiye’nin bağımsızlık ideallerinden uzaklaşması, toplumsal düzenin kırılgan yapısını anlamada önemli dönemeçlerdir.
Karizmatik Otoritenin Çöküşü ve Toplumsal Anomi
Max Weber’in “karizmatik otorite” kavramı, bu noktada Ulu Muhammed’in ve Atatürk’ün ölümlerini anlamlandırmada önemli bir araçtır. Karizmatik otorite, toplumda büyük bir lider figürünün etrafında şekillenen kolektif bir bilinci temsil eder. Ulu Muhammed, İslam toplumunda karizmatik bir lider olarak dini/inançsal, siyasi ve sosyal normları tek bir yapıda birleştirirken; Atatürk, Türk toplumunda bağımsızlık ve modernleşmenin sembolü olarak aynı rolü üstlenmiştir. Ancak bu iki liderin vefatından sonra, Weber’in belirttiği gibi karizmatik otoritenin yerini kurumsallaşmış bir yapı alamamış, aksine, liderin mirasına ve değerlerine karşıt hareketler güç kazanmıştır.
Emile Durkheim’in “anomi” kavramı, toplumsal düzende normların çöküşünü ifade eder ve bu bağlamda Ulu Muhammed’in vefatından sonra İslam toplumunda yaşanan norm kaybını açıklamaya yardımcı olabilir. Dinin ve toplumsal düzenin temelleri zedelenmiş, dinin düşmanları kendi yorumlarını dayatmaya başlamıştır. Aynı şekilde, Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’deki laiklik ve bağımsızlık ilkeleri bir “anomi” dönemine girmiş, bu ilkelere ters düşen siyasi aktörler sahneye çıkmıştır. Özellikle İsmet İnönü’nün ABD ile kurduğu ilişkiler, Türkiye’nin sosyopolitik yapısında ciddi bir kırılmaya yol açmıştır.
Varlık, Egemenlik ve Bağımsızlık Üzerine
Ulu Muhammed’in ve Atatürk’ün ortaya koyduğu bağımsızlık ve adalet idealleri, varoluşsal bir bağlama oturtulmalıdır. Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluk felsefesine göre, bireylerin ve toplumların özgürlüğü, onların kendi varoluşlarını anlamlandırma süreçleriyle ilgilidir. Ulu Muhammed’in öğretileri, İslam toplumunun kendi manevi varoluşunu ilahi adalet ve hakikat ekseninde inşa etmesine olanak tanımıştır. Ancak onun ölümünden sonra, varoluşsal boşluk ortaya çıkmış ve bu boşluk, dinin düşmanları tarafından adaletin zıddı olan zulümle doldurulmuştur.
Atatürk’ün bağımsızlık ideali de Sartre’ın felsefesine paralel bir varoluşçu anlam taşır. Atatürk, Türk milletinin bağımsız bir varoluşa sahip olması gerektiğini savunmuş ve bu varoluşun emperyalizme karşı durması gerektiğini belirtmiştir. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’nin Batı’nın, özellikle de ABD’nin etkisi altına girmesi, bu varoluşsal bağımsızlığı tehlikeye atmıştır. Felsefi açıdan bu, bağımsızlık ilkesinden sapma ve ulusal kimliğin dış güçlere teslim edilmesi anlamına gelir.
Bağımsızlık fikri, aynı zamanda Thomas Hobbes’un “Leviathan”da belirttiği devletin egemenliği ile ilişkilendirilebilir. Devletin kendi iç egemenliği dışarıdan müdahale ile zayıfladığında, o devletin egemenliği sorgulanır hale gelir. İsmet İnönü döneminde ABD ile kurulan ekonomik ve askeri ilişkiler, Türkiye’nin iç egemenliğinin zayıfladığını gösterir.
Kolektif Travma ve Lider Mirası
Psikolojik açıdan liderlerin ölümü, toplumda bir travma yaratır. Carl Jung’un “kolektif bilinçdışı” kavramı, liderlerin sembolik anlamlarını çözümlemek için kullanılabilir. Ulu Muhammed, İslam toplumunun kolektif bilinçdışında hakikatin ve adaletin simgesi olarak yer alırken, onun ölümü ve ardından yaşanan zulümler, bu sembolizmin zayıflamasına yol açmıştır. Ulu Fatma’ya, Ulu Ali’ye, ulu Hasan, Ulu Hüseyin ve Ulu Muhammed’in soyuna yapılan işkenceler, İslam toplumunun maneviyatında derin yaralar açmış, bu yaralar nesiller boyu süren mezhepsel çatışmalara dönüşmüştür.
Atatürk, Türkiye toplumunun kolektif bilinçdışında bağımsızlık, modernlik ve laiklik kavramlarının en güçlü temsilcisi olarak var olmuştur. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün izlediği politikalar ve özellikle ABD ile kurduğu yakın ilişkiler, toplumun bilinçli bir kesiminde “ihanet” algısına yol açmıştır. Bu durum, toplumsal bir travmayı tetiklemiş ve Türkiye’nin ulusal kimliğinde derin çatışmalara neden olmuştur.
Sigmund Freud’un “keder ve melankoli” teorisi de bu bağlamda ele alınabilir. Atatürk’ün ölümü, Türk toplumunda derin bir keder yaratmış, bu keder zamanla melankoliye dönüşerek, Atatürk’ün ideallerinden sapmaların kısmen toplumsal bir tepkiye yol açmasına neden olmuştur. Toplumun küçük bir kesimi, İnönü’nün ve sonrasında Menderes’in emperyalist güdümlü politikalarının Atatürk’e yapılan bir ihanet olarak görmüş ve bu durum, kolektif bilinçte derin yaralar bırakmıştır.
Bağımsızlık Prensibinin ve Devrimlerin Zedelenmesi
Ulu Önder Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı üzerine inşa edilen bir devletin, dış güçlere bağımlı hale gelmesi bir “çelişki” teşkil eder. Aristoteles’in klasik mantık kuramına göre, bir şey aynı anda hem bağımsız hem de bağımlı olamaz. Bu çelişki, İsmet İnönü’nün Batı’ya, özellikle de ABD’ye yönelik açılımında net bir şekilde görülür. İnönü’nün Batı ile kurduğu ekonomik ve askeri ilişkiler, Türkiye’nin bağımsızlık ilkesine ters düşmüştür.
Gazi Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, ulusal egemenliğe ve bağımsızlığa dayalı bir hukuk düzeni üzerine inşa edilmiştir. Ancak İsmet İnönü’nün Batı ile yaptığı anlaşmalar, özellikle 1947 Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde ABD ile kurulan ekonomik bağımlılık, Türkiye’nin bağımsızlığına aykırı bir durum yaratmıştır. Bu durum, hukuki olarak ulusal egemenlik ilkesinin ihlali anlamına gelir. Türkiye’nin ekonomik ve askeri politikalarının ABD tarafından yönlendirilmesi, hukuki bir paradoksu doğurmuştur: Bağımsız bir devlet olarak kalmak için yapılan anlaşmalar, aslında Türkiye’yi bağımsızlıktan uzaklaştırmıştır.
Realizm ve Bağımsızlık
İsmet İnönü’nün izlediği dış politika, klasik realizm teorisi ile açıklanabilir. Realizm, uluslararası ilişkilerde devletlerin kendi çıkarlarını korumak için güç odaklı bir politika izlemesini savunur. İnönü, İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’yi Batı bloğuna entegre etmeye çalışarak, Türkiye’nin çıkarlarını koruma amacını gütmüştür. Ancak bu politika, ulusal bağımsızlık ve egemenlik açısından ciddi sorunlar yaratmış ve Atatürk’ün bağımsızlık ideallerine ters düşmüştür.
Siyasal liberalizm açısından ise İnönü’nün politikaları, küresel güçlerle işbirliği yaparak modernleşme hedefini gerçekleştirme çabası olarak görülebilir. Ancak bu işbirliği, Türkiye’nin iç egemenliği ve bağımsızlığı pahasına gerçekleşmiştir. Bu da, liberalizmin bireysel ve toplumsal özgürlük ilkelerine aykırı bir durumu ortaya çıkarmıştır.
Anlayana!
Ulu Muhammed’in vefatından sonra İslam toplumunda yaşanan krizler ve zulümler ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ideallerinden sapması, tarihsel süreçlerde liderlerin ölümünün toplumlar üzerindeki derin etkisini gözler önüne sermektedir. Sosyolojik, felsefi, psikolojik, mantıksal ve hukuki açılardan ele alındığında, bu süreçler toplumsal bir “travma”nın ve liderin mirasına yönelik ihanet algısının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Atatürk’ün bağımsızlık ve laiklik üzerine kurduğu Cumhuriyet, İnönü’nün Emperyal Batı ile kurduğu ilişkiler sonucu bağımsızlık ilkelerinden sapmış, Türkiye’nin egemenliği ve ulusal kimliği tartışmalı hale gelmiştir. Bu sapma, hukuki olarak ulusal egemenlik ilkesine zarar verirken, sosyolojik ve psikolojik açıdan toplumda derin yaralar açmıştır.
Söz konusu süreçlerden bugüne dem gerek Ulu Muhammed’in çizgisinde yürüyenler gerek Ulu Atatürk’ün çizgisinde yürüyenler örgütlenme noktasında bir türlü bir araya gelememiş ve küçük emperyal gruplar tarafından sömürülmeye mahkum kalmışlardır.