40,2605$% 0.13
46,7434€% 0.12
53,9764£% 0.26
4.321,42%0,57
10.219,48%-0,06
4784426฿%1.68037
Bir Kimliğin Gölgesinde Demokrasi
Demokrasi, yalnızca sandıklardan çıkan bir sonuç değil; özünde, her bireyin ve topluluğun var olma hakkını güvence altına alan bir yaşam biçimidir. Fakat bu yaşam biçimi, Alevilik söz konusu olduğunda, tarih boyunca süregelen bir “yok sayma” ve “susturma” eylemine dönüşmüştür.
Bu yazıda, Foucault’nun biyopolitik düzeninden Gramsci’nin hegemonya kavramına, Fanon’un sömürgeleştirilmiş zihinlerinden Agamben’in “çıplak yaşam”ına kadar bir dizi felsefi kavramın izinden giderek, Türkiye’de Aleviliğin maruz kaldığı sistematik dışlanmayı ve asimilasyonu inceleyeceğiz. Amacımız, bu kimlik mücadelesinin derinlerinde yatan insanlık durumunu ortaya koymaktır.
Biyopolitika: Yaşamın Yönetimi ve Ölümün Sessizliği
Michel Foucault, modern devletin bireyleri yalnızca yönetmekle kalmayıp, onların biyolojik varlıklarını kontrol altına aldığını, yaşamı bir yönetim nesnesi haline getirdiğini söyler. “Biyopolitika” adını verdiği bu kavram, devletin yalnızca bireylerin bedenlerini değil, kimliklerini ve ruhlarını da şekillendirdiği bir iktidar düzenine işaret eder. Türkiye’de Alevilik, bu biyopolitik düzende, sürekli olarak “öteki” kılınmış bir varoluşu temsil eder.
Zorunlu din dersleri gibi uygulamalar, bireylerin kendi inançlarını özgürce yaşayabilme hakkını elinden alarak, onların kimliklerini devlet eliyle şekillendirmeyi amaçlar. Bu bağlamda, Alevilik bir “kimliksizlik” durumuna itilirken, devletin tek tip inanç politikasıyla uyumlu hale getirilmeye çalışılır. Biyopolitika burada sadece bir denetim mekanizması değil, aynı zamanda varoluşsal bir inkâr biçimi olarak işlev görür.
Hegemonya ve Rıza: Görünmeyen Zincirlerin Gücü
Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramı, iktidarın yalnızca zorlama ile değil, aynı zamanda rıza yoluyla da kurulduğunu ifade eder. Egemen ideoloji, toplumun tüm kesimlerine sızar ve onları, bu ideolojiyi içselleştirmeye zorlar. Türkiye’de Aleviler, yalnızca baskı yoluyla değil, aynı zamanda görünmeyen kültürel zincirlerle sınırlandırılmıştır.
Sünni İslam’ın devlet eliyle norm haline getirilmesi, Alevilerin kendi ritüellerini, inançlarını ve kültürel pratiklerini meşru kılmalarını engellemiştir. Hegemonya, burada bir rıza üretme mekanizması olarak devreye girer; Aleviler, zamanla kendi kimliklerini toplumsal kabul görmek uğruna bastırma noktasına getirilir. Gramsci’nin ifadesiyle, bu “sessiz rıza” hali, bir direnişin değil, kimliğin yavaşça erimesinin resmidir.
İçsel Sömürgecilik: Fanon’un Yankısı
Frantz Fanon, sömürgeleştirilen halkların maruz kaldığı kimlik krizi üzerinde dururken, onların kendi kültürlerine yabancılaşmalarını bir “maskelenme” süreci olarak tanımlar. “Siyah Deri, Beyaz Maskeler” eserinde, Fanon, bireylerin egemen kültüre uyum sağlamak için kendi benliklerinden uzaklaştığını anlatır. Türkiye’de Aleviler de benzer bir yabancılaşma sürecine maruz kalmışlardır.
Asimilasyon politikaları, Alevilerin yalnızca kamusal alanda değil, kendi iç dünyalarında da bir bölünmeye neden olmuştur. Bu, bir insanın kendi ruhunda bir “ikilik” yaratır: Bir yanda toplumun dayattığı maskeler, diğer yanda bu maskelerin altında ezilen gerçek benlik. Fanon’un kavramsallaştırdığı bu içsel çatışma, Alevilik özelinde, bir varoluşun dramatik kaybını temsil eder.
Homo Sacer: Hukuk ve Varoluşun Kıyısında Yaşamak
Giorgio Agamben, modern devletin belirli bireyleri ve toplulukları hukuki koruma dışında bırakarak onları “çıplak yaşam”a indirgediğini söyler. “Homo sacer” kavramıyla ifade ettiği bu durum, bireyin yaşam hakkının tanınmaması, varlığının yalnızca biyolojik bir gerçeklik olarak görülmesi anlamına gelir. Türkiye’de Alevilik, bu çıplak yaşamın somut bir örneğidir.
Alevilerin ibadethanelerinin resmi olarak tanınmaması, inançlarının yok sayılması ve hukuki düzlemde korunmamaları, onları Agamben’in tanımladığı biçimde “çıplak” bir varoluşa mahkum eder. Bu, bir topluluğun yalnızca yaşam alanlarından değil, tarihsel ve kültürel hakikatlerinden de dışlanmasıdır. Homo sacer, burada bir kimliğin sınırda yaşama zorlanmasının metaforu haline gelir.
İkincillik ve Özgürleşme: Beauvoir’ın İzinde
Simone de Beauvoir, “İkinci Cinsiyet” eserinde, kadınların toplumun ikincil konumuna itilişini sorgular. Kadın, tarih boyunca erkeğin “öteki”si olarak tanımlanmıştır; onun varlığı ancak egemen öznenin perspektifinde anlam bulur. Bu kavram, Alevilik bağlamında da derin bir anlam kazanır: Aleviler, Türkiye’de egemen dini yapının ötekisi olarak konumlandırılmışlardır.
Beauvoir’ın “ötekilik” kavramı, Alevilerin toplumsal yapı içindeki marjinalleşmesini açıklamak için güçlü bir araçtır. Ancak Beauvoir’ın özgürleşme çağrısı, yalnızca bu durumun teşhisinde değil, aynı zamanda bu durumdan kurtuluş yolunun açılmasında da önemlidir. Alevilik, yalnızca “öteki” olmaktan kurtulup kendi kimliğini tanımlama hakkını elde ettiğinde, gerçek bir özgürlüğe ulaşabilecektir.
Demokrasiye Giden Yol
Demokrasi, yalnızca çoğunluğun iradesini yansıtan bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda her bireyin ve topluluğun varoluşuna saygı duyan bir etik düzendir. Türkiye, Aleviliği asimilasyon politikalarıyla baskı altına alarak, bu etik düzeni ihlal etmektedir. Foucault’nun biyopolitik denetimi, Gramsci’nin hegemonik rızası, Fanon’un maskelenmiş varoluşu, Agamben’in çıplak yaşamı ve Beauvoir’ın ötekiliği, bu trajik hikâyenin felsefi altyapısını oluşturur.
Ancak bu hikâye, bir kader değildir. Türkiye, kimliklerin tanınmasını ve eşitliği temel alan bir demokratik düzen inşa ettiğinde, yalnızca Alevilerin değil, tüm toplumun özgürleşmesinin kapısını aralayacaktır. Alevilik, bu yeni düzende, bir varoluş mücadelesinden çok, insanlığın ortak mirasının bir parçası olarak hak ettiği yeri bulmalıdır.