40,2605$% 0.13
46,7434€% 0.12
53,9764£% 0.26
4.321,42%0,57
10.219,48%-0,06
4784426฿%1.68037
 02:00
 02:00
 
        21 Temmuz 2025 Pazartesi
 
        
    19 Aralık 2000’de yaşanan “Hayata Dönüş” operasyonu, yalnızca bir katliam değil, modern devletin doğasına dair en derin çelişkilerden birini gözler önüne seriyor: Bir halk, kendisini korumak için devlet kurar ama aynı devlet, halkını düşman ilan edip yok eder. Bu, yalnızca siyasi bir olay değil, aynı zamanda bir varoluş problemidir. Emperyal bir sistemin nasıl ilahi bir figür olarak algılandığının da ispatıdır.
Halkın Hizmetkârı mı Efendisi mi?
Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi eserinde, devletin halkın iradesiyle ve onun refahını sağlamak amacıyla kurulduğunu savunur. Ancak devlet, halkın iradesinden kopup bir tahakküm aracına dönüştüğünde, Rousseau’nun ifadesiyle, “özgürlüğün sonu” gelir. “Hayata Dönüş” operasyonunda devlet, tecrit politikasını reddeden siyasi tutuklulara karşı tüm gücünü seferber etmiş, halkı koruma iddiasıyla halkına savaş açmıştır.
Bu noktada, Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kökenlerindeki uyarısı akla gelir: “Totaliter rejimlerde devlet, halkı temsil etmekten ziyade, halk üzerinde tahakküm kurar.” Türkiye’nin hapishaneler tarihi, halkın kolektif iradesiyle kurulan devletin, tam da bu iradeye ihanet edebileceğini göstermektedir. Operasyonun ismi “Hayata Dönüş” olsa da, bu süreç ölümle sonuçlanmış ve bir toplumun vicdanı karanlığa gömülmüştür.
İzolasyon ve İnsanlık Onuru Gerçekliğinde Michel Foucault’nun Hapishane Eleştirisi
F Tipi cezaevleri, modern devletin bireyi kontrol altına alma arzusunun en somut örneklerinden biridir. Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu eserinde, hapishanelerin yalnızca suçluyu cezalandırmak için değil, bireyi disipline etmek ve itaatkâr bir vatandaş haline getirmek için tasarlandığını söyler. F Tipi cezaevleri de tam olarak bunu amaçlar: Tutukluları toplumsal bağlarından kopararak onları yalnızlaştırmak ve bu izolasyonla direnişi kırmak.
Ancak insan haklarının özü, bireyin onuruna ve özgürlüğüne saygı göstermektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihadına göre, mahkumların yaşam hakkı ve insanlık onuruna uygun muamele görmesi, devletlerin en temel yükümlülüklerindendir. “Hayata Dönüş” operasyonunda, devletin bu yükümlülükleri hiçe saydığı açıktır. Bombalanan koğuşlar, yakılarak öldürülen mahkumlar ve ardından gelen suskunluk, hukukun değil gücün konuştuğu bir tabloyu ortaya koyar.
Devletin Katledişi/Katledilişi ve Carl Schmitt’in İstisna Hali
Alman filozof Carl Schmitt’e göre, “Egemen, olağanüstü hali ilan edendir.” Devlet, tehlike olarak algıladığı durumlarda kendi yasalarını askıya alabilir ve sınırsız bir güçle hareket edebilir. “Hayata Dönüş” operasyonu, devletin kendisini bir tehlike altında hissettiğinde hukuk kurallarını nasıl devre dışı bıraktığını gösterir. Operasyon sırasında hukuki süreçler tamamen göz ardı edilmiş, cezaevi idareleri ve yargı organları devre dışı bırakılarak, müdahaleler doğrudan askeri bir harekâta dönüştürülmüştür. Bu, Schmitt’in “istisna hali” kavramının somut bir yansımasıdır: Devletin hukuku askıya alarak çıplak bir şiddet mekanizmasına dönüşmesi.
Milletin Devleti Milleti Katlediyorsa!
Thomas Hobbes, devletin asli görevinin bireylerin yaşamını korumak olduğunu söyler. Peki, devlet halkının yaşamını tehdit eder hale gelirse ne olur? “Hayata Dönüş” operasyonu, bu soruya en trajik yanıtı verir: Devlet, tehlikeyi dışarıda değil içeride aradığında, halkını terörist ilan edip yok edebilir. Bu noktada, devletin varlık sebebi olan toplumsal sözleşme kırılmış olur. Emperyal devlet gerçekliği kendini net bir şekilde ortaya koymuş olur.
Hukuken bu çelişki, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi (yaşam hakkı) ve 3. maddesi (işkence ve kötü muamele yasağı) ile çelişmektedir. AİHM’in Türkiye’yi bu tür olaylarda mahkûm etmesi, uluslararası hukukun bu çelişkiyi tanıdığını gösterir. Ancak bu mahkûmiyetler, kaybedilen yaşamları geri getiremez. Kaldı ki hala hem o kişilerin akrabalarına hem de halkın tamamına aynı faşizan baskı uygulanmaya devam etmektedir!
Devlet ve Halk! Sonsuz Bir Gerilim!
Devletin kendi halkına karşı uyguladığı şiddet, yalnızca bir yönetim hatası değil, aynı zamanda modern devletin yapısal bir problemidir. Jacques Derrida’nın ifadesiyle, “Devletin adaleti, çoğu zaman yalnızca bir illüzyondur.” Gerçek adalet, halkın sesinin duyulduğu, haklarının korunduğu ve insan onurunun devletin her eyleminde esas alındığı bir sistemdir. Ancak “Hayata Dönüş” operasyonu, bu idealin ne kadar uzağında olduğumuzu gösterir.
Vicdanı Uyandıran Bir Çelişki
“Hayata Dönüş” operasyonu, devletin şiddetle halkını susturabileceği, ancak asla vicdanları tamamen bastıramayacağı gerçeğini ortaya koyuyor. Bu olay, yalnızca geçmişe değil, geleceğe de bir uyarıdır: Devlet, halkı için var olmalıdır. Halkını hedef alan bir devletin, varlık amacını sorgulaması gerekir. Çünkü adaletin olmadığı yerde, yalnızca kaos ve zulüm hüküm sürer. Ve felsefenin öğrettiği en temel şeylerden biri şudur: İnsanlık, adalet olmadan var olamaz.