40,2605$% 0.13
46,7434€% 0.12
53,9764£% 0.26
4.321,42%0,57
10.219,48%-0,06
4784426฿%1.68037
 02:00
 02:00
 
        21 Temmuz 2025 Pazartesi
 
        
    Bu mücadele, azınlık toplumunun kendi iradesiyle seçtiği liderlerin Yunan devleti tarafından tanınmaması ve bunun yerine atanmış müftülerle toplumun dini özgürlüğünün sınırlanması şeklinde tezahür etmektedir. Benzer bir durumun Türkiye’de Alevi topluluğuna yönelik hak ihlalleri ve sistematik ayrımcılık bağlamında yaşandığı iddiası, eleştirel bir bakış açısıyla dile getirilmiş. Ancak bu iki durumu birbirine benzetirken dikkatli olmak gerekir.
İlk olarak, Batı Trakya’daki mesele, uluslararası hukuk ve azınlık hakları bağlamında değerlendirilirken; Türkiye’deki Alevi meselesi, daha çok ulusal bir insan hakları ve din özgürlüğü sorunu olarak ele alınmalıdır. Her iki durumda da devletin otoritesi ile dini toplulukların talepleri arasındaki uyuşmazlık, modern ulus-devlet paradigmasının dini çeşitliliği yönetmedeki zorluklarını ortaya koymaktadır. Ancak Yunanistan’da Türk azınlığın müftü seçme hakkı, Lozan Antlaşması gibi uluslararası bağlayıcılığı olan bir sözleşmeye dayanmaktadır. Türkiye’deki Alevi meselesi ise daha çok iç politik bir sorun olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam’ın üç bir Sünni yorumu üzerinden şekillenen yapısıyla doğrudan bağlantılıdır.
İnanç ve Din Kavramları Üzerine Felsefi Bir Analiz
Söz konusu eleştiride, İslam inancının ilk halinin Alevilik olduğu ve din ile inancın birbirinden ayrılması gerektiği vurgulanıyor. Bu argüman, dini otoritelerin ve devletlerin resmi ideolojileriyle şekillendirdikleri ‘din’ ile bireysel ya da toplumsal anlamda daha özgürlükçü ve çoğulcu bir ‘inanç’ kavramı arasındaki gerilime işaret ediyor. Felsefi açıdan bakıldığında, din kavramı genellikle kurumsal, dogmatik ve ritüel bir yapı olarak tanımlanırken; inanç, bireysel deneyim ve kişisel anlam arayışı ile daha yakın ilişkilendirilir. Bu bağlamda Aleviliğin, İslam’ın ilk haline daha yakın bir ‘inanç’ biçimi olarak sunulması, inanç ve din arasındaki bu farkı vurgulayan bir eleştiri olarak değerlendirilebilir.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, bu tür bir iddianın tarihsel ve teolojik bir perspektifle ele alınması gerektiğidir. Alevilik, İslam’ın bir özü ve bu bağlamda uygulamada da kültürel bir yansıması olarak gelişmiş, tarihsel olarak da Sünni İslam’ın merkezi yorumunu etkileyen/vareden bir yapıya sahip olsa da Sünnilik özellikle 8. yüzyıldan sonra güç dengeleri ve devletin kontrolünde bir yorum olmaya başladıkça Alevilikle ne yazık ki zaman zaman çatışmıştır. Kaldıki günümüzün İslam devleti olarak kendini lanse eden devletlerinin ve Türkiye gibi laik Müslüman ülkelerin Sünnilik yorumu kesinlikle çok uç ve dört Sünni imamın yürüdüğü yolla alakası olmayan bir Arap yaklaşımıdır. Bu açıdan, Alevilik ve İslam arasındaki ilişkiyi, “İslam’ın din olmayan ilk hali” olarak tanımlamak, meseleyi fazlasıyla indirgemeci bir biçimde ele almak gibi görünüyorsa bu sadece insanların üzerindeki hegemonyanın yani tarihsel süreç ve güç odaklarının baskısının ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Alevilik, kendine özgü bir inanç sistematiği, ritüelleri ve teolojik yaklaşımları olan bir tarihsel derinliği olan inançtır ve İslam’ın tarihsel gelişimi içinde bağımsız bir yerini, kendi ifadesiyle Güruhu Naci ve Serçeşme kavramlarıyla ortaya koymaktadır. İslam’ın bir din olarak kurumsallaşmasının karşısında duran bir inanç biçimi olarak görülmesi, Aleviliğin tarihsel ve toplumsal bağlamının bilimsel bir analizidir.
Devletin Dine Müdahalesi: Yunanistan ve Türkiye Örneği
Yunanistan’daki Batı Trakya meselesi ve Türkiye’deki Alevi hakları sorunu, her iki durumda da devletin dini topluluklar üzerindeki müdahaleci tavrı ile ilgilidir. Yunan devleti, Batı Trakya’daki Türk Azınlığı üzerindeki kontrolünü sürdürmek için müftü atamalarını kendi elinde tutarken, Türkiye’de ise Diyanet İşleri Başkanlığı, Alevi toplumu üzerinde ciddi bir baskı unsuru olarak kullanılmaktadır. Her iki devlet de dini özgürlükleri kendi ideolojik ve politik çıkarları doğrultusunda sınırlandırmakta, azınlık ve kurucu unsur olarak Alevi vatandaşların taleplerine kayıtsız kalmaktadır.
Türkiye’de Alevi toplumuna yönelik sistematik ayrımcılık ve hak ihlalleri, ancak Diyanet’in uç ve ideolojik Sünni İslam’ı merkeze alan politikaları ve devletin laiklik anlayışı ile açıklanabilir. Diyanet’in aslına uygun olmayan Sünni İslam’ı temsil eden yapısı, Aleviliği dışlamakta ve Alevi topluluğunun inanç özgürlüğü taleplerini görmezden gelmektedir. Bu durum, Türkiye’de din özgürlüğü ilkesinin yalnızca Sünni İslam için geçerli olduğu algısını yaratmakta ve Alevilerin talepleri karşısında bir tür ‘devletin sessizliği’ söz konusu olmaktadır. Zira öyle ki devlet ve millet için şehit olan Alevi kişiler, kendi inançlarına uygun olarak cem evlerinden Hakk’a uğurlama mekanına uygun olarak defnedilmemektedir.
Ne Yazık ki!
Sonuç olarak, Batı Trakya’daki Türk Azınlığı’nın yaşadığı sorunlar ve Türkiye’de Alevi toplumuna yönelik hak ihlalleri, her iki devletin de dini azınlıklar ve öz milleti üzerindeki baskıcı politikalarını gözler önüne sermektedir. Ancak bu iki durumu aynı kategoride değerlendirmek, meseleyi yüzeysel bir biçimde ele almak olur. Yunanistan’daki mesele, uluslararası hukuk bağlamında azınlık hakları ile ilgiliyken; Türkiye’deki Alevi meselesi, devletin dini çoğulculuğa yönelik tahammülsüzlüğü, politik çıkarlarını koruma ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sünni İslam’a dayalı merkezi yapısıyla ilgilidir. Felsefi açıdan ise, inanç ve din arasındaki farkın bu tartışmalarda belirgin hale gelmesi, azınlık hakları ve bireysel özgürlükler konusundaki taleplerin yeniden düşünülmesi gerektiğini göstermektedir. Alevilik ve Batı Trakya Türklerinin hak mücadelesi, dini ve kültürel çeşitliliği kucaklayan, çoğulcu bir hukuk düzeni ve devlet anlayışına duyulan ihtiyacı gözler önüne sermektedir.